Büroya geldiği andan itibaren çok sakin ve anlayışlı olmaya çalıştık. Dosyasıyla ilgili bilmesi gereken her hususu ince ince açıkladık. Sorularına özenle yanıt verdik. Mühim hususları tekrar açıkladık, aynı sorularına tekrar yanıtlar verdik. Ama biz, soru sormayı yaşam biçimi haline getirmiş birisiyle karşı karşıya olduğumuzu bilemedik.
Önce telefon aramaları başladı. Aramalarımızın temel konusu, ‘Bizim dava ne oldu’ idi. Daha ön incelemesinin bile yapılmadığını belirterek yanıtladık. Ama yok. Sanırım ön inceleme her an yapılabiliyormuş gibi bir izlenim doğurduk. Ertesi gün tekrar davasının ne olduğunu sordu. Aynı yanıtı verdik. İki gün sonra tekrar aynı soruyla karşılaştık, aynı yanıtı verdik. Bizim üstad gelen aramalardan haliyle bunaldı ve işi bana pasladı. İttirdi demek aslında daha doğru olur. Üzerime doğru yuvarlanarak gelen bir soru işaretiyle beni karşı karşıya bıraktı. Artık muhatap bendim. Ben sanırım biraz daha yumuşak davrandığım için, günlük 1’le sınırlı olan ‘Bizim dava ne oldu’ aramaları günlük 2’ye çıktı. Sonra 3’e. Her seferinde ince ince, ayrıntılı ve aşırı anlaşılır bir şekilde ön inceleme için tebligat geleceğini, o tebligatta duruşma gün ve saatinin belirtileceğini, tebligat gelir gelmez iki elim kanda olsa, anam babam ölse yine de arayıp haber vereceğimi söyledim. Ortalık biraz durulur gibi olurken bu sefer günde 3 ilâ 4 arasında; aşağıdaki minvalde mesajlarla sorular başladı:
“Avkat bey iygünler, ben X. Bizim dava ne oldu?”
(Bilmem ne oldu?)
“Avkat bey, hala bir şey yok mu?”
(Olsa dükkân senin be ablam)
“Avkat bey, kızıyorum artık”
(Sakin olun, ben hâkimi şimdi uyarıyorum. Bu ne canım, insan bu kadar bekletilir mi?)
“Avkat bey, akrabaların hepsini duruşmaya getirmeyi düşünüyorum. Sizce de getireyim mi?”
(Kahveden de adam toplayınız, yalnız görmesinler)
“Avkat bey, evin önünde bir araba dolaşıyor. Plakasını alayım mı?”
(Hemen bir taksiye atlayıp öndeki aracı takip edin)45
“Avkat bey, musluk bozuldu. Bunu karşı tarafın yaptırması mı gerekir?”
(Musluğu sıhhi tesisatçının tamir etmesi gerekir)
“Avkat bey, bakkala gidiyorum bir şey lazım mı?”
(İki ekmek bir sigara alıver be)
Olay çığırından çıkmak üzereyken sonunda ön inceleme için duruşma gün ve saatini bildirir tebligat geldi. Gözyaşları içinde telefona sarılıp bilgi verdim.
Duruşmadan bir gün önce telefonuma küt bir mesaj daha… ‘Bizim dava ne oldu?’… Dayanamayıp aradım ve “Sizin davanın ne olduğunu yarın göreceğiz. Duruşma saati 09.50. Yarın adliyede olun’ dedim. Peşine bir mesaj daha: “07.00’de geleyim mi?” 09.00’da adliyede olun dememe rağmen, duruşma sabahı saat 07.00’de telefonumda bir mesajla uyandım: “Ben geldim adliyedeyim. Siz neredesiniz?” Delireceğim. Telefonu ısırdım. Kahvaltı niyetine gül gibi kaç inçlik ekranı yedirttin bana. Mesajlar hiç yokmuş gibi davranıp normal rutinimde evimden çıkıp adliyeye gittim.
Duruşma salonunun önünde biraz çekingen, biraz da tepkili bir ifadeyle karşılandım. Nerede kalmıştım? Yolda Kızılderililer yolumu çevirdi, anca gelebildim. Ne diyeyim ben sana? Vaktinde geldik işte. Duruşmayı beklemeye başladık. Haliyle biraz gecikti. Bekleme esnasında 3’er 4’er dakikalık aralarla şöyle bir diyalog yaşandı:
- Avkat bey, bizi ne zaman alacaklar?
- Sıramız gelince alacaklar. Bekleyelim.
- Tamam.
3 dakika sonra
- Avkat bey, hala almadılar?
- Alacaklar, bekleyin.
- Tamam.
4 dakika sonra
- Avkat bey, ya bizi almazlarsa?
- Alırlar, şurada oturup bekler misiniz?
- Tamam.
3 dakika sonra
- Avkat bey, bizi aldılar mı?
- Alsalar burada oturur muyduk sizce?
- Ne bileyim almış olabilirler mi?
- Evet, duruşmalar aleni olduğu için salonda değil dışarıda yapmaya karar vermişler.
- Cidden mi?
- Kardeşim geç otur yerine Allah aşkına.
- Tamam.
3 dakika sonra
- Avkat bey…
- Yahu alacaklar alacaklar. Bekleyin yahu!
- Yok, onu sormayacaktım. Bir kantine inip gelsem mi?
- İn gel. İn. Hemen in.
- Tamam.
10 dakika sonra ve nefes nefese
- Avkat bey, aldılar mı? Geç mi kaldım?
- Almadılar. Gofret mi o?
- Evet.
- Tamam, haydi siz oturun gofret yiyin.
- Tamam.
2 dakika sonra
- Avkat bey, bunlar bizi almayacaklar.
- Gofretini ye.
- Tamam.
5 dakika sonra
- Avkat bey, bizi yarın alabilirler mi?
- (Avuç içlerim yumruklarımı sıkmaktan kanar halde) 4 yıl sonra alacaklarmış bizi.
- Aaaa! Olur mu canım öyle bir şey!
- Yav geç otur Allahın adını verdim ya.
- Tamam.
Müvekkil yeni bir soru için enerji topladığı esnada duruşma salonunun önünde ismim yankılandı. Yavaşça yerimden doğruldum. Bizimki hiç oralı bile değil. Elimle duruşma salonunu işaret ederek müvekkili çağırdım, o da elini tokalaşır gibi bir pozisyona getirip sağa sola bilek hizasından oynatarak salladı. Hani mahallede yapsan ‘Hayırdır birader, ne vardı?’ türünde bir hareket. Yüzümün sağ yanı nasıl yanıyor. Başıma iyice bir ağrı saplandı. Biraz yüksek bir sesle ‘Gelsene yahu bizi çağırıyorlar’ dedim. Geldi. Duruşmaya girdik, 4 dakika sonra çıktık.
Duruşmadan çıkar çıkmaz konuşmasına ve soru sormasına fırsat vermeden bir sonraki duruşma gününü, yapılması gereken hususları anlattım ve olay yerinden uzaklaştım. Derhal bir laboratuara girerek beyin MR’ı çektirmek istediğimi söyledim. Hayhay dediler, çektiler. MR sonucumu inceleyen doktor, beynimin her iki lobunda yer yer diş izleri olduğunu tespit etti. Evet, zombi müvekkil tarafından beyinden ısırılmıştım. Beynimdeki tahribatla ilgili yakın çevremi arayıp vedalaşmak için telefonumu çıkardığımda 4 mesajla karşılaştım: “Avkat bey iygünler, bizim dava ne oldu?”
Not: Yazı, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi öldürülmeden önce hazırlanmıştı. Diyecek hiçbir söz bulamıyorum. Bende söz bitti.