top of page
OZAN GÜLHAN

Sözleşme yiyen müvekkil

Mert Bey daha önceden hiç tanımadığımız bir müvekkildi. Ortak bir arkadaş vasıtasıyla bulmuştu bizi. Ofise ilk geldiğinde ağlamaklıydı, öfkeliydi, telaşlıydı. “Bana bu yaptıkları kabul edilebilir bir şey değil!” şeklinde sızlanıyordu sürekli. Kendisi tam on yıl boyunca aynı şirkette görev yapmış, sonra bir gün aniden kapının önüne konulmuştu.


“Aslında iyi niyetli bir çalışansınız” demişti şirket yetkilisi kendisini işten çıkarırken, “azimlisiniz de. Ancak dikkatsizliğiniz yaptığınız her şeyi berbat ediyor.” Olayların şirket gözünden ayrıntılarını bilemiyorum tabii. Öğrenme imkânım da olmadı ne yazık ki. Ancak kıdem tazminatı bekleyen Mert Bey’e iddialarını onaylayacak bir son dakika golü atmışlardı.


Mert Bey’in anlattığına göre; kendisinde bulunan şirket eşyalarının teslimi, üzerindeki masrafların iadesi, şirket bilgilerini rakiplerle paylaşmama gibi konularda bir tomar belgeyi önüne koyup, imzalamasını istemişlerdi. Bizimki de kıdem tazminatını alacağı düşüncesiyle göz açıp kapayana kadar tüm belgeleri imzalamıştı. Şirket yetkilisi belgeleri teslim alıp, kontrol ettikten sonra o öldürücü lafı etmişti: “Daha önce de söylediğimiz gibi, azimlisiniz ama çok dikkatsizsiniz. Belgelerin arasına koyduğumuz ibranameyi de okumadan imzalamışsınız!”


Kıdem tazminatı hayalleri suya düşen Mert Bey, ertesi gün soluğu bizim ofiste almıştı. “Bu iş artık onur mücadelesine döndü benim için” diyordu, “Alçakça kandırdılar beni. Siz yeter ki onlardan kıdem tazminatımı alın. Ben paranın peşinde de değilim. Paranın hepsi sizin olsun. Sadece onlara iyi bir ders vermek istiyorum.” İnsanların zor anlarından yararlanmak gibi bir huyum olmadığı için hak ettiğim vekâlet ücretinden fazlasını almayacağımı belirttim. Hele hele işinden olmuş bir işçiden asla.



İlk iş Mert Bey’e vekâletname çıkarttırdım. Sonra işi ve işten çıkarılması hakkında ayrıntılı bilgiler içeren bir açıklama yazısı yazdırtıp, altını imzalattım. Bir de vekâlet sözleşmesi yaptık tabii. Hemen ardından dava dilekçesini hazırlamaya başladım. Birkaç gün içinde dilekçe hazır hale gelmişti bile. Yalnızca kıdem tazminatını değil; fazla mesaiden tatil ücretlerine, asgari geçim indiriminden ihbar tazminatına kadar daha birçok kalemi de talep ediyorduk şimdi. Alacak miktarı üç katına çıkmıştı neredeyse. İmzalanan ibranamenin hiçbir hukuki geçerliliği olmadığını gösteren Yargıtay kararları koymuştuk dilekçeye. Tüm iddialarımızı destekleyecek iki tane de sağlam tanık bulmuştuk.


Davayı açmadan önce Mert Bey, içinde yanlış bir bilgi ya da ifade bulunmaması için son bir kez dilekçeyi kontrol etmek istedi. Büroya davet ettiysem de, şehir dışında olduğunu, birkaç gün daha kalması gerekeceğini belirtip, dilekçeyi mail atmamı rica etti. Normalde bu tür talepleri kabul etmememe rağmen içinde bulunduğu kötü durumu düşünüp, isteğini yerine getirdim. Yarım saat sonra dönüş yapıp, dilekçeyi çok beğendiğini, dava masraflarını da üç gün sonra elden getireceğini söyledi.


Üç gün, beş gün, bir hafta, on gün, Mert Bey ortalarda yok. İşin kötüsü telefonlarıma da cevap vermiyordu artık. Yine de ısrarla aramaya devam ettim. Aramalarımdan bunalmış olacak ki, iki hafta kadar sonra, bir öğle vakti ofise uğradı. O eski ağlamaklı, öfkeli, telaşlı Mert Bey gitmiş; yerine neşeli, sakin, rahat bir adam gelmişti. İşin iç yüzü kısa sürede anlaşıldı. Mert Bey, benden aldığı dilekçeyi aynı gün vakit kaybetmeden eski şirketine yollamıştı. İstenilen rakamları gören şirket yetkilisinin gözleri dönmüş; avukatı aradan çıkarıp, dava açmaması karşılığında kıdem tazminatını ödemeye hazır olduklarını bildirmişti. Mert Bey de sağ olsun, bizi iki dakikada satıvermişti tabii.


Bozulduğumu gizlemeden, “Önemi yok” dedim, “sanırım benim vekâlet ücretimi vermek için uğradınız.” Bu sözlerim karşısında Mert Bey gülümsedi, o gülümseyince ben de gülümsedim. “Gözünüzü seveyim avukat bey. Ne yaptınız da neyin parasını istiyorsunuz.” yanıtını verdi. Benim yazdığım dilekçeyle parasını alan adam söylüyordu bunu! Sakinliğimi koruyarak, imzaladığı vekâlet sözleşmesinde vekâletnamenin çıkarıldığı anda ücrete hak kazandığımın yazılı olduğunu anlattım. İnanmadı, sözleşmeye bakmak istedi.


Sekretere dosyasını getirttim, içinden sözleşmeyi çıkarıp Mert Bey’e gösterdim. “Yakından bakabilir miyim?” deyince de kendisine doğru uzattım. Sözleşmeyi uzatmamla imza kısımlarını kopararak ağzına atması ve hapur hupur çiğnemesi bir oldu. Hayır, sözleşmeyi erken bırakmasam parmaklarımı falan da götürecekti adam. Meslek hayatımın başından beri duyduğum, fakat şehir efsanesi olduğuna inandığım sözleşme yiyen müvekkil kanlı canlı karşımdaydı işte.


Ağzındaki son parçayı da yutunca gülmeye başladı bizimki. O gülünce ben de güldüm. “Peki, şimdi ne yapacaksın avukat bey?” diye sordu. “Ne yapayım, vekâlet ücretimi isteyeceğim” şeklinde cevap verdim. “Sözleşme geçersiz artık, neye dayanarak?” dedi. Sözleşmeden iki nüsha yaptığımızı, fakat kendi nüshasını o gün telaştan büroda bırakıp gittiğini belirttim. İnanmayınca da hemen diğer sözleşme örneğini dosyasından çıkardım. Kendisine de göstermeye çalıştım ama ne mümkün! Sözleşmeyi martı gibi havada kaptı. Bu kez imzayı falan geçti, Susam Sokağı’ndaki Kurabiye Canavarı gibi birkaç saniye içinde bütün sözleşmeyi yedi namussuz. Masanın altındaki kâğıt öğütücü bile o kadar hızlı halledemiyordu bu işi. İnsanoğlu, makineyi bir kez daha yenmişti işte!


Mert Bey ağzındakini bitirir bitirmez bir kahkaha attı. O kahkaha atınca ben de attım. Daha sesli attı bu sefer. Altta kalır mıyım, ben daha daha sesli attım. Kahkahalarımıza merak edip sekreter geldi. “Mert Bey’e bir soda” dedim, “hazmı kolaylaştırır.” Bir de çerez istedim, sonra arkamızdan “Avukatın ofisine gittim, kuru kuruya kâğıt yedirdi” demesin diye. “Peki ya şimdi?” sorusunu yöneltti, değişen bir şeyin olmadığını söyledim. Anlamadı. Bana verdiği açıklama yazısındaki imzasının üzerine de ücrete ilişkin aynı hususu ilave ettiğimi anlattım. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını belirtip, yazıyı incelemeyi talep etti. Dosyadan çıkarıp uzattım. Bahsettiğim açıklamanın hangi sayfada olduğuna bile bakmadan başladı sayfaları yemeye. Arkadaş, ne mide varmış adamda. O hamburger yeme şampiyonu Takeru Kobayashi’yi falan gömer, o derece! Öyle bir iştahlı yiyor ki, benim bile canım çekti. “Ver” dedim, “oradan bir köşeyi de bana.”


Açıklama yazısını sözleşmeler kadar rahat yutamadı Mert Bey. “Birinci sınıf hamuru beğenmediyseniz saman ya da kuşe kâğıt da getirebilirim” sözlerim üzerine kendini tutamayıp güldü. Gülerken yemekte olduğu kâğıt boğazına kaçtı da, bir bardak suyu zor yetiştirdik. Kendine gelince konuşmaya başladım: “Mert Bey, iyi güzel yedik, içtik, güldük, eğlendik ama şimdi biraz da iş konuşalım. Parayı tahsil ettiğinize göre vekâlet ücretimi ne zaman vereceksiniz?” Bizimki kafasını uzatıp dosyaya şöyle bir baktı, daha yiyecek bir şey kaldı mı diye.


“Bunu söylemek istemezdim ama ne yazık ki sizin şirkettekiler haklıymış” deyince, anlamsızca gözlerini yüzüme dikti. Devam ettim, “Azimli fakat dikkatsiz bir insansınız. Onca sayfayı bana mısın demeden yediniz, ancak yediklerinizin tümünün yalnızca asıllarının renkli fotokopileri olduğunu fark etmediniz bile.” Mert Bey biraz durakladıktan sonra belgelerin asıllarını görmek istedi. Başparmağımın orta ve işaret parmaklarım arasında olduğu sağ yumruğumu gösterip, hafifçe aşağı yukarı sallamakla yetindim sadece...


103 görüntüleme
bottom of page