Diş ağrısından gebermek üzereyim. Tam iki hafta oldu. Önce ince bir sızı ile başlayan ağrı, an itibariyle tam bir kâbusa dönüşmüş durumda. Son kalan sinsi, namussuz 20 yaş dişi en arkadaki dişin altından bastırıyor da bastırıyor. Artık ağrıdan çenemi açıp kapatmak, bir şey yemek, çiğnemek mümkün olmayınca diş hekimine gittim. Diş hekimi arkadaşım. Dişçi fobim olduğunu iyi bilir. Ölçtü biçti, diğer dişlere sıra ile vurdu, sorunu anlayamadı. En son tüm çene röntgenimi çekti ve “Dişlerinde bir sorun yok. Alttaki diş gömülü olduğu yerde uyuyor, diğer dişin köküne temas etmiyor.” dedi. “E, o zaman ağrının sebebi ne?” diye sorduğumda, “Muhtemelen uyurken çeneni sıkıyorsun. Kas ağrısı bu yaşadığın. Çene kaslarını zedelemişsin” diyerek bir kas gevşetici hap yazdı. Bir de alt çenemin kalıbını alıp silikon bir ağızlık siparişi verdi. Ertesi gün tekrar gidip, ağızlığı almamı ve bir müddet onu takarak uyumamı söyledi. Muayeneden sonra biraz sohbet ettik, durumun normal olduğunu, sık karşılaştığını, dönemsel bir durum olduğunu, stres ve sıkıntıdan kaynaklandığını, geçeceğini anlattı. Yakıştırmadım kendime. “Yok canım, beni tanıyorsun. Ne kadar gamsız biri olduğumu, dünya yansa umurumda olmayacağımı bilirsin” dedim. “Kafaya taktığın şeyler muhakkak vardır, içine atıyorsun demek ki” diye cevap verdi. Teşekkür edip çıktım.
Eve gittiğimde şaşkındım. Uyumadan önce suni olarak çenemi sıktım sıktım bıraktım. “Allah allah, neden uyurken böyle yapıyorum ki” dedim kendi kendime. Sabah kalktığımda ağrı yarı yarıya azalmıştı. Hem de hap kullanmadan, ağızlık takmadan. Sorunu bilmek sorunu çözmenin yarısıdır. Boşuna günahını almışız 20 yaş dişinin. Yine de gittim ağızlığı ve hapı aldım. Doktoruma teşekkür ettim. Sorunun bu olduğunu söylemesi bile yetmişti bana, terapi olmuştu bir nevi. O ana kadar kendi mesleğim olan avukatlığın Türkiye’nin terapist yükünü çektiğini, bu nedenle psikolojik danışmanlara iş kalmadığını düşünürdüm. Meğer bir de dişçiler varmış. Vay be.
Neyse efendim, yukarıda bahsettiğim üzere eski zaman köylerde berberlerin saç kesmesi yanında diş çekmesi, sünnetçilik, hacamatçılık yapması gibi; avukatlar da psikolojik danışman kültürü ile bir türlü barışamayan memleketimizde terapist görevi görürler maalesef. Mesleğin ilk yıllarında bu duruma pek alışamamıştım. Ancak zamanla usta bir terapist olup çıktım her avukat gibi. Tek fark, bizde öyle filmlerdeki gibi danışanın kanepeye uzanıp anlatması durumu yoktur. Ya da sen, onu anlatsın da rahatlasın diye soru cevaplarla çözmeye çalışmazsın. Vatandaş gelir, dava konusu itilafı neyse anlatır, anlatır, anlatır; yetmez bir daha anlatır. Uzun uzun anlatır sonra çıkar gider. Çıkarken görürsün yüzündeki rahatlamayı. Derdini dökmüş, tamamını senin masanın üzerine bırakmıştır adeta. İki üç gün sonra bu hayati önemde davası yine içinde birikir, şişer de şişer. Yine gelir, anlatır, anlatır, anlatır, anlatır; tüm şişkinliği inene kadar anlatır. Sonra kalkar gider, üç güne tekrar gelip anlatmak üzere. Gelip ofiste bulamazsa gece gündüz demez, zaman mefhumu gözetmez, telefon açar anlatır.
Neler neler dinlemedim ki bu zamana kadar? Miras paylaşmada terekeyi borca batıran hayırsız abiler, ecrimisilde tarlayı haksız yere süren dayılar, şirketi hovardalığıyla batıran şerefsiz ortaklar, evliliği sarsan kayınvalideler, işçiyi haksız yere işten çıkaran işbirlikçi patronlar, inşaatları geç ve yarım teslim eden üçkâğıtçı müteahhitler... İşte, bilcümle bu kötü insanların canını yaktığı vatandaş, mağduriyetinin giderilmesi için bize başvurur. Davası açılacak, adalet tecelli edecek ve yüreği soğuyacaktır. Beklentisi budur. Ama malum hukuk düzenimizde en kısa davanın iki yıl sürüp Yargıtay aşaması ile dört beş yılı bulması nedeniyle vatandaş soğuyamaz bir türlü. Isındıkça ısınır, gaz yapar şişer. E, içini de boşaltması lazım. Anahtar cümle şuradan başlar: “Avugat bey, bizim dava ne oldu?” Akabinde olayı baştan, en baştan, taa yer kabuğunun soğuması sürecinden başlayıp anlatılır ve en sonunda da “Vallahi avugat bey, önce yüce Allah’a sonra sana güveniyoz. Hayırlısı ile bitir şu işi” diyerek olağan iç boşaltma seansı sona erdirilir.
Meslekte biraz demlenip, tecrübem arttıkça, artık bunları dinlemekten bir hayli bunalmıştım. O yüzden daha baştan böyle bir ilişkiye izin vermemeye başladım. Müvekkil fuzuli şeyler anlatmaya başladığı an, “Bunların esasla alakası yok. Konumuzla ilgisi yok. Vaktim kısıtlı. Bunu daha öncede söylemiştin zaten. Bu saatte aranır mı?” gibi ters ve kısa cevaplarla muhabbetin uzamasına izin vermiyorum artık. Laf aramızda, böylesini daha çok seviyorlar aslında. Memleketimizde haytla, huytla, bağırma, çağırma, azarla büyümüş olan büyüklerimizin gizliden hoşuna gidiyor bu durum. Öyle ya da böyle terapiyi kapıyorlar bir şekilde bizden iyi mi? Kusura bakmayın psikolog kardeşlerim, ne yapsam çıkamıyorum alnınızdan. Olsun, böylesi daha iyi. Zamanım boşa gitmiyor en azından.
Her ne kadar, “Artık dava dışı konularda beyanda bulunmayacağım” desem de, bugünlerde yine bir belaya çattım ki sormayın gitsin. Boşanma davası için başvuran Neriman Hanım ile başım dertte. Gece gündüz demeden arayıp gündelik hayatta karşısına çıkan her türlü sorunla ilgili tavsiyemi, görüşümü soruyor. Beni çoktan terapisti ilan etti. Ben de kaşındım hani, dilimi tutamadım maalesef. Başlarda hiç müdahil olmamaya çalıştım. Bıktırmıştı artık. Kocasının kendisini aldattığından şüpheleniyordu. Kocası da bu şüpheyi anlamsız buluyor, gidermek için hiçbir şey yapmıyordu. Kadın ömrümüzü yemişti resmen. Sabahtan akşama kadar kocasının ne adi, ne şerefsiz, ne düzenbaz, eli işte gözü oynaşta, hinoğluhin birisi olduğunu anlatıyor da anlatıyordu. Görüşmekten kaçınınca telefon, telefona bakmazsan mesaj ile dünyayı bize dar ediyordu. Pek yüz vermeyince bize sarmaya başladı. Ne oldu dava? Ya tedbir nafakası? Hani uzaklaştırma kararı diye salvoları bitmek bilmiyordu.
Derken sabır taşı çatladı. Bir gün yine ofiste o anlatıyor ben dinliyorum. Durumdan keyif almak için bir de oyun icat ettim; o daha söylemeden ben cümlesini tahmin ediyor ve içimden söylüyorum. Başarı oranım %80’lerde. Adi kocasının kâinatın en şerefsiz adamı olduğu ile ilgili bölümü geçtiğimiz sıra içimden bir şey koptu, sanki kaldırıp elimi vurdum masaya. “Yahu Neriman Hanım, yeter valla. Bak artık benim içim şişti. Bunlar benim meselem değil. Açtık davanızı, bakacağız sonucuna. Gidin bunları psikoloğa anlatın, ne bileyim aile terapistine danışın, ben ne anlarım bunlardan? Ama illa bana danışacaksınız kusura bakmayın da siz de sütten çıkmış ak kaşık değilsiniz. Aldatıyorsa aldatıyor, günahı boynuna ama bir erkek neden aldatır? Çünkü artık evde kendini erkek gibi hissetmiyordur, erkeksi kaçamaklar yapıp bu eksikliği doldurmaya çalışıyordur. Hal ve tarzınızdan gördüğüm kadarı ile siz artık eşinizle karı koca gibi değil amcaoğlu gibi olmuşsunuz. Eminim her akşam pembe eşofman altını giyip, televizyon karşısında uyukluyorsunuz. Adama bu kadar sövmeden önce kendinizde de biraz hata arayın. İşte benim psikologluğum bu kadar. İşinize gelirse!” dedim. İşine gelmedi haliyle. Sinirle kalktı gitti. “Siz erkekler hepiniz aynısınız. Allah belanızı versin. Sattın beni avukat, kim bilir kaç para aldın karşı taraftan” diye bağırıyordu çıkarken.
Yine de rahatlamıştım. “Bir dava eksilsin ne olacak. Çekilecek dert mi bu!” diyerek kendimi avuttum. Neriman Hanım’ı ofise yönlendiren ortak tanıdık aradı bir iki gün sonra, sitem etti. “Karşı tarafın avukatı gibi konuşmuşsun” dedi. Ne kadar bunalttığından bahsettim. “Demeseydin iyiydi” dedi. Kapattık. Bir hafta sonra telefonuma bir mesaj geldi. Baktım Neriman Hanım, “Pembe eşofmanı çöpe attım” yazmış. İki tane soru işareti ile yanıt verdim. Biraz sonra “Artık evde gecelik giyiyorum” şeklinde bir mesaj daha geldi. Tövbe estağfurullah deyip, bir şey yazmadım. Birkaç gün daha geçti. Telefonla aradı, “Eşimle akşam yemeğe çıkacağız. Sen sosyetik yerleri bilirsin, tavsiye edeceğin güzel bir restoran var mı?” diye sordu. 15 gün kadar sonra randevu alıp eşi ile beraber ofise geldiler. Gözlerime inanamadım. Bizim Neriman Hanım gitmiş, yerine başka biri gelmiş neredeyse. 5-6 kilo vermiş, saçlar boyalı, muntazam bir giyim. Eşi de aynen öyle. İki dirhem bir çekirdek gelip el ele oturdular karşıma. “Davayı geri çekelim. Masrafımız, borcumuz ne kadar?” deyip, borçlarını ödeyip gittiler.
Bu avukatlık macerası da böylece son buldu ama terapistlik yakamıza yakışmış bir kere. Sağ olsun Neriman Hanım on günde bir arar. “İşyerimde ufak bir tartışma oldu ne yapayım? Oğlan ergenliğe girdi, pek bir asileşti nasıl davranayım? Kocam dün eve yarım saat geç geldi, sustum ama iyi yaptım mı?” ve daha neler neler sorar. Ne bileyim kardeşim ben, ne bileyim? Terapist miyim ben, değilim! Benim derdim yok mu? Bak milletin derdini dert edinmekten gece çenemi sıkıyorum fark etmeden. Ha çene demişken; benim oğlan bu yıl okula başlayacak, mahalle okuluna mı yollasak yoksa özel okula mı? Hangi durumdan psikolojisi nasıl etkilenir? Dur ben bunu arayıp bir dişçime sorayım. O anlar bu işlerden. Nasıl bildi çene ağrısının psikolojik olduğunu şıp diye? İşin ehli adam vesselam.